Aslında değinmek istediğim konu CHP’nin 38. Olağan Kurultayından bu yana tartışılan politik konulardır. Bu konular tüm Türkiye’de tartıştığı gibi Dersim Yazarlar Birliği arkadaşlarımız arasında da sıkça tartışılmaktadır. Konuya, coğrafyamıza yakın topraklarda vuku bulan sorunlardan bağımsız olmadığı için Ortadoğu ve dünyada olan şiddet ve savaş konularına kısaca değindikten sonra geçeceğim.

Ateş ve yıkım içinde olan Ortadoğu’da barıştan, hukuktan, adaletten ve insan haklarından bahsetmek abartısız olarak neredeyse tamamen hayalidir. Şiddetin, savaşın olduğu yerde siyaset, adalet ve insan hakları, bombalarla yıkılan enkaza gömülü kalır. Ortadoğu’da belirleyici olan şiddettir, dolayısıyla siyaset bu coğrafyada cılız kalmaktadır. Dünya siyaseti bir bütün olarak şiddet ve hegemonya üzerinden tasarlanmış ve tasarlanmaktadır. Sykes-Picot antlaşmasından bu yana Ortadoğu coğrafyasında kalıcı bir barış söz konusu olmamıştır. Çünkü yerli halkların rızası olmadan sınırlar suni olarak çizilmiş, bazı etnik ve inanç gurubuna dahil halklar, çizilen coğrafik sınırlar içerisinde bölünmüşlerdir. Rızasız tasarlanan sınırlar ve sömürü odaklı politik anlayışın sonucu savaş, yıkım ve ölüm olmuştur ve hala olmaya devam etmektedir: Filistin, Lübnan- İsrail gerilimi, Suriye, Alevilere, Dürzi ve Kürtlere karşı saldırı ve katliamlar, Irak, İran, Yemen… Bu coğrafya dışında da şiddet ve savaşlar devam etmektedir: Sudan, Myanmar iç savaşı, Ukrayna Rusya Savaşı, Haiti… Savaş endüstrisi en parlak dönemini yaşamaktadır.

Türkiye şiddetin ve yıkımın olduğu Ortadoğu coğrafyaya’ sına komşu olan bir ülkedir. Türkiye, yeniden tasarlanmaya çalışılan bu coğrafyada politik ve ekonomik olarak söz sahibi olmak için kendine yer aramaktadır. Bu politik arayış Türkiye’nin iç politikasını da etkilenmekte, politik olarak gerginlikler yaratmaktadır. Türkiye, bir taraftan bu coğrafyada yer edinmeye çalışırken bir taraftan da çözüme muhtaç olan demokrasi, adalet, Kürt-Zaza sorunu, Alevi sorunu, laiklik sorunu, kadın sorunu, çevre sorunu gibi sorunlarla yüz yüze gelmektedir. Türk siyasi yöneticileri zaman zaman bu sorunların çözümü için girişime yeltenmekte fakat gerçek anlamda çözme cesaretini göstermekte zorlanmaktadırlar. Demokratik bir toplum yapısı zayıf olan, sivil toplum örgütlerinin aktif olarak rol almadıkları bir devlet, ciddi olan bu sorunu kolay kolay çözmeyecektir.

Şimdi konumuza dönelim:

İslam dininde hayatın anlamı, Allah’a kulluk etmek, iyilikte bulunmak ve ahirete hazırlanmaktır.

Hristiyanlık dinine göre, insan Tanrının sevgisinden yaratılmıştır, Tanrıyla ilişki kurmak, sevgiyi yaşatmak ve ahiret için doğru yaşamaktır.

Budizm de hayat sürekli bir acıdır, anlamı bu acıdan kurtulmak için arzulardan kurtulmaktır.

Seküler anlayışa göre, hayatta kalmak ve üretmektir. Bu anlayış içinde bazıları için üretmek, bazıları için sevmek, bazıları için sadece var olmaktır. Genel olarak insanlar, iyilikte bulunmak, Tanrıya ve insanlara karşı sevgi ile yaklaşmak ister. Tabii buna karşı olanlar da vardır. Bazıları gücü arkasına alarak kişisel çıkarlarını gözetir; bazıları da eleştiri yerine linç kültürünü uygulayarak varlığını devam etmek istemektedirler.

CHP 38. Olağan Kurultayından ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından bu yana siyasi, kültürel ve inançsal olarak taraflar karşılıklı olarak kırıcı tavırlar takınmaktadırlar. Bazıları da rakiplerini tutuklayarak, susturarak politik yaşamını sürdürürler.

Öncelikle şunu belirtmek isterim: Düşünce olarak, şiddet, kırım, döküm, infaz söz konusu olmadığı sürece sadece düşüncesinden dolayı siyasi tutuklamaları kınıyor ve düşüncesinden dolayı tutuklu bulunanların serbest kalmasını talep ediyor ve arzuluyorum.

Sayın İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından, “Kılıçdaroğlu beni burada betona gömmek istiyor” ifadesinden sonra Kılıçdaroğlu’na politik ve ahlaki olmayan hakaretler yapılmaktadır. Sayın İmamoğlu’nu tutuklattıranın Kılıçdaroğlu olmadığını onu eleştirenler de biliyorlardır.

CHP haklı olarak İmamoğlu’nun serbest bırakılması için mitingler düzenlemekte, arzu edilirdi ki, CHP aynı hassasiyeti Osman Kavala ve arkadaşları için, Selahattin Demirtaş için göstermiş olsaydı. Tutuklama sırası kendisine geldiğinde eyleme geçme bazen geç kalmış olabilir.

Türk siyasi tarihinde sol, demokrat görünüm sunan Fikri Sağlar’dan başlayalım. CHP Kurultayının iptal edilip edilmeme konusunda mahkeme kararından önce, “Eğer Kemal Kılıçdaroğlu atanırsa onun kim olduğunu herkes görecektir. Alevi Bektaşileri sömürerek koltukta kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, Yavuz Sultan Selim’in yaptığından daha kötüdür.”

Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller döneminde Kültür Bakanlığı yapmış olan Sayın Fikri Sağlar, Yavuz Sultan Selim’i tanıma fırsatını bulamamış mı? Yavuz Sultan Selim’in ismi köprülere ve önemli tarihi yerlere verilmiştir. Onun imparatorluğu döneminde Şiilik ve Kızılbaşlık sapıklık olarak görülmüştür. Şeyhülislam Ebussuud Efendi fetvalar çıkarmış, Aleviler mürted ve zındık olarak görülmüştür. Bunların öldürülmesi vaciptir, malları ganimet, kadınları cariye hükmündedir. Tarihi bilgiler, kırk bine yakın Alevinin öldürüldüğünü yazmaktadır.

Eğer Kılıçdaroğlu Yavuz Sultan Selim’den daha kötü ise, o zaman eleştirilen bu siyaset adamı, yapılan bu fenalıklardan daha fenasını, daha kötüsünü yapmıştır. Keşke Kültür Bakanlığı yapan Sayın Fikri Sağlar, daha kötü yapılanları kamuoyuna açıklayabilse…

Sayın Fikri Sağlar, Kemal Kılıçdaroğlu’nu Alevileri mezhebinden dolayı öldürmeyi hak gören bir anlayıştan daha da tehlikeli bulmaktadır. Bu söylem objektif değildir, nefret kültürünü yaymaktan başka bir şey ifade etmemektedir. İlk veya ikinci Dersim Festivali olmalı, Fikri Sağlar bir askeri rütbelinin -vali de olabilir, tam bilemiyorum- podyumda olduğu bir toplantıda, “Almanya, İsviçre, Belçika, Kanada, ABD federal, eyalet sistemleri ile yönetilmektedirler. Türkiye de, Kürtler, Zazalar, Aleviler yaşamaktadır, siz sosyal demokrat olarak Türkiye’de eyalet veya yerel yönetimlerin daha özerk bir yapıya kavuşmasını nasıl buluyorsunuz?” diye yazılı bir soru yöneltmiştim. Cevap olarak, “Türkiye, milli bir devlettir, eyalet, federatif veya özerk yapılar Türkiye’ye uymuyor; bu olmaz” demişti. Sayın Fikri Sağlar Kılıçdaroğlu’ndan önceleri iktidardaydı; sol, sosyal demokrat bir siyasetçi olarak Türkiye’ye demokrasi getirdi de Kılıçdaroğlu mu bunu engelledi? Kılıçdaroğlu Alevileri kılıçtan mı geçirdi? Alevi olarak Sünnileri düşman olarak mı gösterdi? Türkiye’nin siyasal yapısını altüst eden, idamları gündeminde tutan, siyasi tutukluları işkencede öldüren askeri cunta rejimlerini Kılıçdaroğlu mu örgütledi?

Sola yakın, solcu görünümündeki Fikri Sağlar bunları söyleme cesaretini gösterebiliyorsa, Türkiye’de demokrasiyi kim getirecek? Sağ muhafazakâr kesim mi? Generaller mi? Demokrasi önündeki tek engel yalnız Kemal Kılıçdaroğlu ise, bu sorunun çözümü çok da zor olmaması gerek. Kılıçdaroğlu zaten siyasi olarak devre dışı bırakılmıştır; linç edilmek isteniyor. O halde demokratik bir toplum kuramamanın önünde ne gibi bir engel teşkil edebilir ki? Burada sorun yalnız iktidardaki otoriter rejim değil, muhalefetin iktidardakilerinin birer tekrarı konusunda ısrarcı olmasından kaynaklanıyor. Sorunlarıyla boğuşan bir Türkiye, bu gibi anlayışlarla demokrasiyi nasıl tesis edecektir? Sorun tek kişi sorunu değil; sorun toplumsal eğitimsizlikten, aydınlanmamadan, örgütsüzlükten, öngörüsüzlükten, milliyetçi ırkçı görüşlerin ısrarından, sivil toplumun cılız oluşundan kaynaklanmaktadır.

Kılıçdaroğlu’na, “Aleviliğinizi neden açıklamıyorsunuz?” sorusuna, “Ben Aleviliği siyaset üzerinde kullanmak istemiyorum” demişti.

Kılıçdaroğlu Aleviyim dese, mezhepçilik yapıyor, demese, o korkaktır, aslını inkâr ediyor, diye suçlamalar getiriliyor.

Geçenlerde solcu, Kürt siyasetine yakın bir yakınımla konuştuğumda, “Kılıçdaroğlu, korkağın biri, Alevi olduğunu bile inkâr ediyor. O derin devletin adamıdır, ajandır, alçaktır” gibi laflarla saldırmaya çalıştı. Bu tür laflar eleştiri değil, yaratılmak istenen algı kaynaklı nefret ve linç kültürüdür.

Sayın Hikmet Çetin de Kılıçdaroğlu iktidarın en üst düzey yetkileriyle gizliden görüşmektedir diye bir söylemde bulundu. Daha sonra da özür diledi. Bu algı yaratmak değil de nedir? Daha sonra kendisi bunun böyle olmadığını belirtti ve özür diledi. Ama kendisi, ideolojik olarak devletin en tepesindeki siyasetçilerle görüşmekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Kendisine hak olarak görülen başkasına uygunsuz ve günah sayılmaktadır.

Siyasi olarak Kılıçdaroğlu partisine ne üyeyim ne de taraftarıyım. CHP Sosyal Demokrat görünümlü ama sosyal demokrat olmayan bir partidir, düşüncelerimden oldukça uzak bir partidir. 1937-38 Dersim konusunda bir eleştiri bile yapmayan bir partidir. Buna Kılıçdaroğlu da dahildir. CHP de Kılıçdaroğlu da hatasız değildir. Dikensiz gül, kılçıksız balık olmadığı gibi hatasız insan da yoktur veya çok azdır. Kılıçdaroğlu’nun da hataları olmuştur, bunlar siyasi olarak konuşulur, tartışılır ve tartışmalıdır da. Ama söz konusu olan nefret dili ve linç kültürüdür. Bu siyasi kültüre ve ahlaka yakışmayan tutumdur, bu tutumu siyasi olarak kınanmak demokratik bir hak ve sorumluluktur.

Siyasi olarak doğru olan, Kılıçdaroğlu’nun seçimi kaybettikten hemen sonra istifa etmesiydi. Ama o kendince başka bir karar vermiş, bu onun bileceği kişisel kararıdır, eleştiriye de maruzdur. Muhalefet, nefret ve linç kampanyalarıyla -bilinçli veya bilinçsiz- demokrasinin tesis edilebileceğini düşünülüyorsa, yanılmaktadır. Muhalif hareket -sağ Kemalist sosyal demokrat, sol Kemalist sosyal demokrat- neden tüm politik suçu yıllarca birlikte politik çalışma yürüttükleri tek bir kişiye yüklemektedir? Eğer sorumluluğu yalnız bir tek kişiydiyse, o halde, bir bütün olarak parti, parti kadroları ve tüm hareket biat kültürünü aşamamıştır. Durum böyle ise, gelecekte de aynı anlayışın devam edemeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, “Ben Aleviliği siyaset üzerinde kullanmak istemem” demesine rağmen, Demokrasi kahramanı rolüne soyunmuş solcu olarak görünen gazeteci Sayın Merdan Yanardağ, “Alevilerin ihanetçisi çoktur.”

Böyle bir cümleye neden ihtiyaç duyulmuş ki? Tersi, başat olan bir din için bu kullanılabilir mi? İmkânsız. Kılıçdaroğlu bir siyasetçidir, bir Alevi inanç önderi değildir. O zaman neden bu cümleye ihtiyaç duyuluyor ki? Bu ve benzeri cümleler, yüzyıllardan beri baskılanan, horlanan, ötekileştirilen, kabul görmeyen bir inancın geçmişten kalma yara ve acılarını depreştirmekte ve inanç sahiplerini incitmektedir. Bu söylem, nefret suçunu körüklemekten başka bir fayda sağladığı açıktır. Acı ve ölüm sadece geçmişte kalmamış, yakın tarihimizde de vuku bulmuştur. Nefret uyandıran söylemler, eğitimsiz toplumda kuru odun gibi çabuk tutuşan, eyleme dönüşerek canavarlaşan bir hal alabiliyor. Bunlar olmayacak şeyler değildir; Sivas Madımak, Çorum, Maraş olayları yakın tarihimizde vuku bulan olaylardır. Bu olayların geçmişi de vardır...

Yanı başımızdaki komşu ülkede -Suriye ’de- benzer katliamlar hala devam etmektedir.

Dersim Yazarlar Birliğinden de bazı arkadaşlardan bu ve benzer söylemlere dahil olmuşlardır. Birliğin yazarlarından Sayın Haydar Karataş, Kureş Ocağını konu ediyor, siyaset adamı Kemal Kılıçdaroğlu’nu yeriyor. Kemal Kılıçdaroğlu, mezhep üzerinden siyaset yapmadığını belirttiği halde, neden Kureşanlar onun nezdinde ele alınıyor. Alakası yok. Neden? Sayın Kemal Kılıçdaroğlu siyasi olarak yanlış beyanlarda da bulanabilir, bu Aleviliği bağlamaz; çünkü Kemal Kılıçdaroğlu Alevi inanç önderi değildir, Aleviliği üzerinden siyaset yapan bir siyasetçi değildir. Bir bütün olarak Türkiye siyasetine soyunduğuna göre yalnız Alevileri temsil etmiyordur. Seyit Mahmut Hayrani’nin türbesini de, Mevlana’nın Dergâhını da ziyaret edebilir; Düzgün Babaya da, camiye de gidebilir. Ve de gitti, secdeye bastırıldı. Kılıçdaroğlu Alevilik yapsa da yapmasa da hedef tahtasına konulmaktadır.

Dersim de, Alevi İnancı için kutsal sayılan mekânda -Düzgün Baba da- bir cinayet işlendi. Yazar Haydar Karataş bir genelleme yaparak, “Alevi Tarikatında Cinayet; Kureyş an Ocağından Günümüze Rant ve Rıza Kirizi… gibi başlıklarla yanlış yorumlar yaptı. Haklı olarak bu cinayeti eleştirdi. Fakat bu cinayeti eleştirirken Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Kureyş Ocağı temsil darıymış anlayışıyla onun nezdinde Kureyş Ocağı eleştiriliyor. Yine ne alaka?

Başka bir makalesinde de, “Alevi Hizbullah’ına Beş Kala” başlığı altında Alevilerin, Hizbullah düşüncesine yakın bir mesafede olduğunu ima etmektedir. Her dinde katil olduğu gibi Alevilerde de katil çıkar, Hizbullah’a katılan da olabilir. Hatta İşit ’de katılan bile olmuştur. Bundan dolayı Aleviliği düşünce olarak o kulvarda görmek doğru bir yaklaşım değildir. Aleviliği Hizbullah düşüncesiyle kıyaslamak bile yanlıştır. İnancı Sevgi olan, yetmiş iki buçuk insanı aynı nazarda gören inanç, -Spinoza’da olduğu gibi- doğa ve insan ile bütünleşen inanç, ayrıştırıcı, ötekileştirici, kafa kesen, görüş ayrılığından dolayı domuz bağı ile boğan, boğdurtan bir inanç olmamış ve olmayacaktır da. Eleştirilmesi gereken, domuz bağını politik olarak elinde tutan inanç anlayış olmalıdır.

Siyasetin, çıkar temelli olduğu için gerek Türkiye’de ve gerekse dünyada görünen yüzü dışında bir de sömürü, savaş kışkırtıcılığı yapan kirli yüzü bulunmaktadır. Bu bazı ülkelerde çok, bazı ülkelerde daha az görülmektedir.

CHP Kurultayında hile yapıldığına, rüşvet dağıtıldığına dair iddialar vardır. Bulan ispatlanmış değildir. Ama böyle bir iddia vardır, olması da muhtemel olabilir. Rüşvetin, hırsızlığın, hilenin küçüğü büyüğü olmaz. Böyle bir şey yapılmış ise bu vahim bir durumdur. Çünkü muhalefetin elindeki en büyük koz, hile, hırsızlık, dolandırıcılık ve rüşvete karşı oluşudur. Eğer kendisi de uygulanan bu politikanın taklitlini yapıyorsa inandırıcılığı olmaz. CHP içinde ve dışında Kemalist olduklarıyla övünen ırkçı, gerici düşüncelere sahip bazı milletvekili, gazeteci ve yazar bulunmaktadır. Öyle bir algı oluşturuluyor ki, sanki Türkiye’de demokrasinin en büyük engeli Kemal Kılıçdaroğlu olmuştur. Ne kadar güçlüymüş bu tek adam? Tün suçların azmettiricisiymiş… Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm siyasi tarihinin aktörleri, Mustafa Kemal Atatürk dahil, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Demirel, 1971, 1982 askeri cunta generalleri, Türkeş, Çiller, Ecevit ve en son olarak Muharrem İnce, Meral Akşener, Tanju Özcan, Fikri Sağlar, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel Türkiye’ye demokrasi getirmek istemiş fakat bir engele takılmışlar… O engel de Kemal Kılıçdaroğlu imiş. Ne kadar basit! Ne kadar fakir!

Bu davranış biçimi ve anlayış, Türkiye’de düşünce özgürlüğüne tahammülün ne kadar cılız olduğunu ve siyasi aktörler arasında bir uzlaşı kültürü olmadığını göstermektedir.

Evet, eleştiri kültürü olmalı, sert de olabilir, yalnız objektif ve siyasi ahlak kuralları dahilinde kalmalıdır. Demokratik toplumsal bir yapı ancak tüm etnik ve inançtan demokratik güçlerin birliği ve dayanışması ile olur ve olmalıdır da.

Hüseyin Çağlayan