Türkiye siyasetinde düzen karşıtı ilk toplumsal muhalefetin sahneye çıktığı yıllar, 1960'lı yıllardır. Şüphesiz daha önceki yıllarda da sol cenahta önemli gelişmeler ve girişimler olmuştur. Devlet bu girişimleri büyümeden önlemiş veya ortadan kaldırmıştır. Tarihi TKP'nin kurucularından Mustafa Suphi ve 13 yoldaşın 1921 yılında Karadeniz'de boğdurulması gibi. Tek parti iktidarının 1950'ye kadar gelen süre içinde; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Reşat Fuat Baraner, Sabiha sertel, Zekeriye Sertel gibi dönemin komünistleri hiç rahat yüzü görmediler. Kiminin peşine ajan takılarak öldürüldü, kimilerinin matbaaları yakılarak uzun yıllar cezaevlerinde tutuldu, kimileri ise yurt dışında uzun yıllar sürgün hayatı yaşadılar.
Türkiye'de ilk örgütlü toplumsal muhalefet, 68 gençlik hareketlerinin de olduğu, birçok ilerici sendikacı, sosyalist ve aydın çevrelerin bir araya gelerek, Türkiye İşçi Partisi'ni (TİP) kurmalarıyla başladı. TİP'in kurucuları arasında yer alan sendikacılar, aynı zamanda TÜRK-İş’ten ayrılan sendikalı işçi arkadaşlarıyla birlikte 1967'de DİSK'i kurdular. 1960'lı yılların ortalarından itibaren TİP'in, ilerici ve devrimci kamuoyunu yanına alarak, her alanda yürüttükleri mücadele; ezilen ve sömürülen halk kesimleri arasında büyük destek görmüştü. Bu halk desteğin tümü, TİP'te bütünleşerek 1965 seçimlerinde kazandıkları 15 milletvekiliyle parlamentoya girerek mücadeleyi bu alana da taşımış oldular.
1968’de başlayan öğrenci gençlik hareketleri giderek büyüyüp ciddi eylemlere dönüşürken; DİSK'in işçi sınıfı içerisinde harekete geçirdiği devrimci uyanışın etkileri de, bazı şehirlerde ve sanayi kuruluşlarında hak arama eylemleri ve genel grev çağrılarına dönüşüyordu, 15-16 Haziran büyük işçi eylemleri, Bağımsız Demokratik Türkiye Mitingleri ve TÖS boykotu gibi kitlesel eylemler, Türkiye'de devrimci ve işçi sınıfı mücadelesini büyütüyordu. Aynı şekilde tarımsal alanda faaliyet yürüten, tütün, fındık, pamuk, şeker pancarı, incir-üzüm ve mısır üreticilerinin düzen karşıtlığı memnuniyetsizliği de yer yer direnişlere dönüşerek, bu toplumsal muhalefetin büyümesine güç katıyordu.
İşçi, emekçi ve gençlik cephesinde bu olumlu gelişmeler yaşanırken burjuvazi ve iktidar güçleri cephesinde ise, (devlet) bu gelişmelerden son derece rahatsız ve endişeli olduklarını, halka karşı uyguladıkları baskı ve terörden anlaşılıyordu. Nihayet anayasanın sağladığı imkanlarla bu toplumsal gelişmelerin önünü alamayacağını anlayan egemen sınıf ve iktidar güçleri; çareyi 12 Mart 1971 Askeri Darbesi'ni yapmakta buldular. Amerikancı ve Natocu generallerin askeri yönetimi, tüm yurtta sıkıyönetim ilan ederek, TİP, DİSK, TÖS, DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi ilerici oluşumları kapatırken; ilerici, aydın ve yurtsever kesimler üzerinde de büyük gözaltı ve tutuklamalara giriştiler. Bu askeri faşist teröre karşı, silahlı eylemlere geçen gençlik önderlerinden, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan Ankara'da idam edilirlerken, Mahir Çayan ve 9 arkadaşı ile Kızıldere'de kaldıkları ev bombalanarak katledildiler. Gençliğin önemli isimlerinden olan İbrahim Kaypakkaya ise, Diyarbakır askeri cezaevinde işkence yapılarak katledildi!
12 Mart askeri darbesi, Türkiye'nin aydınlanmasına ve bağımsızlığa giden yolu keserken, Amerika ve Nato'nun çıkarlarını devlet yönetiminde egemen kılarak, cumhuriyet tarihinin en kara lekelerinden birini oluşturuyordu. Deniz'leri yargılayıp idam kararını veren, mahkeme başkanı Ali Elverdi; Denizlerin idamları anında; elleri arkada, ağzında Amerikan purosuyla, sırıtan 32 dişiyle, bu gençlere karşı duyduğu kin ve nefretini gizlemeye gerek duymadan, idamları başarıyla yerine getirdiğinin müjdesini Amerika'daki "HAS" amcalarına göstermiş oluyordu. Has amcaları ise, ellerinde çok yıldızlı Amerikan bayraklı fötr şapkalarıyla bu işbirlikçiyi selamlıyorlardı. Ali Elverdi bu hizmetlerinden dolayı albaylıktan tuğgeneralliğe terfi ettirildi. 82 yaşında soluk borusuna yemek kaçması sonucu boğularak öldü. Eminim ki o anda Denizler aklına gelmiştir.
12 Mart 1971 Askeri Darbesi'nin, Türkiye halkları üzerinde uygulamış olduğu bu hunharca girişim ve terör uygulamaları, toplumda büyük öfke yaratmıştı. Türkiye 1971 ile 1980 yılları arası 10 yılda, toplumun unutulmayan öfkesi, daha da büyüyerek büyük protestolu eylemlere ve zaman zaman çatışmalı büyük işçi direniş ve grevlerine yol açmıştı. (Tariş direnişi, 1 Mayıs 1977, Maraş Katliamı vb) Ancak tüm bu eylem ve direnişleri ortaya koyan toplumsal muhalefet, maalesef kendi içinde çok başlıydı. Bir araya gelip tek merkezde (parti/cephe) birleşerek, bu toplumsal muhalefetin gücünü büyütüp daha ileriye taşıyabilirlerdi. Ancak bu alandaki girişimleri sonuçsuz kalmıştı.
Natocu generaller ve Sam amcaları (Amerika) bu durumu fırsata çevirerek, 10 yıl aradan sonra Türkiye tarihinin ikinci ve en kanlı askeri darbesi olan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini yapmış oldular. Bu askeri darbenin ilk hedefi, Türkiye genelinde sıkıyönetimi yürürlüğe koyarak, bütün siyasi partileri, sendikaları, meslek odalarını, dernekleri vb. oluşumların tümünün faaliyetlerini yasaklayarak kapatmak oldu. Daha sonra büyük gözaltılar ve tutuklamalarla birlikte; sokak hakimiyetini tamamen asker, polis ve sivil militarist güçlere bırakarak, toplum üzerindeki baskı ve sindirme operasyonlar sürekli hale getirildi. Sürdürülen bu operasyonlarla, milyonlarca insanımızı cezaevlerine ve stadyumlara doldurarak, uzun süreli (90 gün) gözaltılar ve ağır işkencelere tabi tutarak toplum susturulmaya çalışıldı.
Bu ağır işkenceli sorgu ve yargılamalardan sonra: *milyonlarca insan, devrimci, sosyalist, komünist, Kürt, Alevi denilerek fişlendi. *Yüz binlerce insan yargılanıp haksız yere cezaevlerine konuldu. *Binlerce insanımız işkenceli sorgularda ve sokak çatışmalarına katledildi. *Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı. *Binlerce yurttaşımız yurtdışında mülteci olarak yaşamak zorunda kaldı. *Yüzlerce gazeteci, sanatçı, akademisyen, öğretmenin görevlerine son verildi. *Yüzlerce sinema filmi yasaklandı ve milyonlarca kitap SEKA’ya götürülerek veya yakılarak imha edildi. 12 Eylül'ün ağır ve kanlı bilançosunu bu sayfalara sığdırmak mümkün değil. Askeri cunta tarafından halka karşı işlenen bu suçların önemli bir kısmı, insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine girmiş oldu.
12 Eylül Askeri faşist darbesinin siyasi alanda sağladığı bu üstünlüğü, ekonomik alanda da sürdürmeyi amaçlıyordu. Dünya Bankası ve İMF yetkililerinin talimatları gereği askeri cunta, 24 Ocak kararları olarak bilinen ve vahşi sömürünün önemli araçlarından olan Serbest Piyasa Ekonomisini, (Neoliberalizm ) Dünya Bankasından getirilen Turgut Özal'ın görevlendirilmesiyle yürürlüğe koymuş oldular. Bu ekonomik politikanın hedefi; Türkiye'de kamuya ait yüzlerce sanayi kuruluşlarıyla birlikte, tarım ve hayvancılık sektöründeki büyük tarım çiftliklerini ve işletmelerin faaliyetlerini, zamana yayarak son vermeye veya özelleştirmeyi planladılar. İMF'nin bu programı, Özal hükümetinden başlayarak bugüne kadar gelen hükümetlerle birlikte; ama en çok AKP iktidarı döneminde uygulanmaya konulmuş oldu.
Türkiye'de mal ve hizmet üreten ve istihdam sağlayan bu önemli sanayi kuruluşları ve tarım işletmelerin tamamı, binaları ve tesisleri ile 100 binlerce dönüm araziler ve mal varlıklarıyla birlikte, özelleştirme adı altında belirli çıkar çevrelere aktarılarak, Türkiye'de yeni bir burjuva sınıfı yaratılmış oluyordu. Bu burjuva sınıfının en belirgin özelliği; talancı, yağmacı, gerici ve dinci, aynı zamanda baskıcı ve otoriter bir karaktere sahipti. AKP İktidarı bu sınıfın temsilcisi olarak, 22 yıldır bu ülkenin bütün varlıklarını ve zenginliklerini, içte ve dışta yağmalayarak ve pazarlayarak ülkeyi yönetmektedir.
AKP iktidarı, hileli 2017 referandumuyla "Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" olarak tanımladığı, muhafazakar dinci ve ırkçı iktidarını topluma dayatmaya çalışmaktadır. Bu tek adam rejimi, Türkiye halklarının öteden beri sahip olduğu bütün kültürel değerleri, inançları, kimlikleri ötekileştirirken, bu değerlerin yerine İslamcı bir kültürü ve kuralları topluma dayatmaya çalışıyor. Dinci tarikat ve cemaatlerin toplum hayatında ve devlet yönetimindeki faaliyetleri giderek yaygınlaşıyor. Kısacası, bugünkü iktidarın Türkiye'yi getirdiği yer, her alanda yoksulluk, işsizlik, ekonominin çöküşü, toplumsal yozlaşma ile birlikte; Türkiye bugün batılı kapitalistlerin pazarı ve sömürgesi durumuna gelmiştir.
Türkiye, özellikle bugünkü iktidar eliyle büyük bir çıkmazın içine sokulmuştur. Bu çıkmazdan ancak, Demokratik Kürt Siyasi Hareketi ve Türkiye Demokrasi Güçlerinin birlikte oluşturacakları Demokratik Halk Muhalefetiyle aşabilir. Özellikle sosyalist çevrelerin dağınıklığı ve ayrı kulvarlarda tek başlarına yürümeleri, topluma bir güven vermediği gibi; bu iktidarın baskıcı politikalarını cesaretlendiriyor. Sosyalist parti ve hareketler, sendikalar, yerel dernekler ve oluşumlar, bir bütün olarak önemli bir potansiyeliz. Bu potansiyeli belirli gün ve zamanlarda (1 Mayıs, Newroz, seçim vb) alanlarda buluşturarak, iktidara karşı mücadelemizi sürekli hale getirebiliriz. İktidarın, halk kesimleri üzerinde uygulamaya koyduğu kayyum atamaları, köy boşaltmaları, İliç maden faciası gibi büyük çaplı soygun projelerine karşı, birlikte protesto mitingleri yapılabilir. Türkiye toplumunun içine gömüldüğü bu sessizliği aşabilir ve iktidarın bütün kötülüklerini geriletebiliriz. Ülkemizin geleceği ve halkımızın çıkarları bunu gerektiriyor. Newroz Piroz Be!