Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile yine aynı dönemin İlköğretim Genel Müdürü olan İsmail Hakkı Tonguç ikilisi tarafından kurulmuştu. Hasan Ali Yücel, İstanbul Edebiyat Fakültesi mezunu olup, iş ve meslek hayatını öğretmen, şair, çevirmen ve siyasetçi olarak sürdürmüştür. İsmail Hakkı Tonguç ise, eğitimci-öğretmen olarak yaşamı boyunca köy çocuklarının eğitimi için mücadelesini bu alanda vermiştir. Köy Enstitülerinin kurulması ve Türkiye de yaygınlaşması için, bazı Avrupa ülkelerine birçok defalar gezi-inceleme-araştırma çalışmaları yaparak, bu okulların Türkiye’de eğitim sisteminin temel unsuru haline gelmesini sağlamıştır. Bu gayret ve çalışmalarından dolayı öğrencileri, İsmail Hakkı Tonguç’a Köy Enstitülerin kurucu babası veya kısaca Tonguç Baba adını takmışlardı.

Köy Enstitüleri, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde ve tren yollarına yakın yerlerde kurulmaları planlanmıştı. Bu özellikleri taşıyan Türkiye’nin 21 bölgesinde köylere öğretmen yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri açılmış oldu. Bu okulları bitiren öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak, hem de modern ve bilimsel tarım tekniklerini öğretecekti. Kitaba, deftere dayalı öğretimle birlikte aynı zamanda “iş için, iş içinde eğitim ilkesi” tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları ve atölyeleri vardı. Derslerin yüzde 50’lik bölümü temel örgün eğitimken, geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.

Okutulan dersler Türkçe, Matematik, Fizik, Tarih, Yurttaşlık Bilgisi yanında, ayrıca Kültür Dersleri, Teknik Tarım, Teknik Ziraat dersleri ve çalışmalarıyla birlikte; yine o dönemin özgül koşullarını esas alan eğitim ve öğretim müfredatından oluşuyordu. Müzik, folklor, tiyatro, resim gibi sanatsal faaliyetlerle birlikte, birçok hikâyeci, romancı ve şairlerin bu okullarda yetiştiğini belirtmemiz gerekiyor. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. 1940-50 yılları arasında, tüm Türkiye de öğretmenlerin sayısı 18 bin 426 iken, bunların 13 bin 182’si 10 yıl gibi çok kısa sürede Köy Enstitülerinde yetişen öğretmenlerden oluşuyordu.

Köy Enstitüleri, bu kısa ömürleri boyunca Türkiye’yi eğitim alanında çok önemli yerlere taşımıştı. Bu okullardan mezun olan 15 bin civarındaki öğretmen, gittikleri köylerde gerek eğitim alanında olsun, gerekse yöre halkıyla kurdukları iyi diyalog ve ilişkilerde olsun, toplumda bir bilinç ve uyanışı yaratmışlardı. Bu durumdan yörenin “mütegallibesi” (toprak ağaları, aşiret beyleri, dini otoriteler) rahatsız olmaya başladı. Bu güçler hükümet ve meclis üzerine baskı ve şikâyetlerini artırarak, Köy Enstitülerini komünist yuvaları olduğunu ve bu okullardan mezun olan öğretmenleri de topluma komünist fikirler yayarak toplumun ahlakını bozduğunu, dolayısıyla bu okulların derhal kapatılmasını istediler. Nitekim 1946 yılında H. Ali Yücel ve İ. Hakkı Tonguç’la birlikte bazı Köy Enstitülerinin müdür ve yönetici kadroları görevlerinden alındı ve birçokları da görev yerleri değiştirilerek sürgünlere gönderildiler. Ve nihayet 1950 yılında Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte Köy Enstitüleri fiilen ve resmen kapatılmış oldu.

Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte, 1951 yılında yeniden imam hatip okullarını açarak yasal statüye kavuşturmuş oldular. Yeniden diyorum çünkü daha önceleri 1924 yılında 29 merkezde açılan imam hatip mektepleri, öğrenci azlığından dolayı 1930 yılında tamamen kapatılmıştı. 1950’den itibaren Türkiye yönetiminin sağ iktidarlarının eline geçmesiyle birlikte, eğitim alanında imam hatip okulların ve Kuran kurslarının açılışlarına yer verilerek, toplumda dinsel dönüşümlerin önü açılmış oldu. Her iktidar ve hükümetler döneminde bu okulların açılışı hep devam etti.

12 Eylül 1980 Askeri Cuntanın başı olan Kenan Evren’in mitinglerde Kuran’dan ayetler okuyarak, toplumun dinsel inançlarını otoriter siyasetine malzeme yaparak, dinde yozlaşmayı ve gericiliğin önünü açtı. Kenan Evren’in yarattığı bu atmosferde, dini cemaat ve tarikatların yeniden politika sahnesine dönüşlerine, zaman içerisinde imkân sağlandı. Zira bu dönemde Alevi köylerine bile camiler yapılmaya başlandı. Ve nihayet bu politikaların sonucu olarak, Türkiye’de demokrasiden yana güçler susturulurken; dinci çevrelerin çok rahat bir şekilde örgütlenebildiği politik ortamlar yaratıldı. Örneğin, İHL mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine girmelerine yasal statü verilmesi bu politikaların sonucudur. İşte 12 Eylül rejiminin ve ardılı hükümet politikalarının toplumda yarattığı bu dini yozlaşmanın sonucunda AKP-Erdoğan faktörü ortaya çıkmış oldu. Tabi bu akıl ve politikaları sadece Kenan Evren Cuntasına bağlarsak yanılmış oluruz. Bu plan ve programın yaratıcısı ve arzulayıcısı ABD ve “İngiliz” siyasetidir. Kenan Evren Cuntası ve sonrası gelen hükümetlerde bu işbirlikçi emperyalist politikaların uygulayıcıları oldular!

Şunu belirtelim, çağımızda dinin toplumların gelişmesinin önünde büyük bir engel olduğunu görüyoruz. Siyasi elitler iktidar olmak için dini kullanarak toplumun önemli bir kesimini her alanda manipüle etmişlerdir. Ama bunu en iyi şekilde yapan ve uygulayan AKP-Erdoğan iktidarıdır. 1997 yılına kadar imam hatip okulların sayısı yaklaşık 600 civarındayken; bu iktidar döneminde bu okulların sayısının 5 bine yaklaştığı ifade edilmektedir. Zaten dinci tarikat ve cemaatlerin bu iktidar döneminde pıtrak gibi ortaya çıkmaları ve siyasette etkili olmalarından biliyoruz. Cemaat ve tarikat mensuplarının bakanlıkları ve onların altındaki devlet bürokrasisini aralarında paylaştıklarını; Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in bu gerici yapılanmalara her alanda ama özellikle eğitim alanında yaygın şekilde örgütlenme ve etkili olma imkânını sunarak, adeta bir tarikat lideri gibi çalıştığını maalesef görmekteyiz. Tabi Diyanet İşleri Başkanlığının bu çalışmaların içinde ve baş aktörlerinden birisi olduğunu da unutmamalıyız. Tüm bu girişimlerin ve politikaların toplumun büyük kesiminde yarattığı en büyük risk ve tehlikeler ise, ülke yönetiminin İslam şeriatına dönüşmesi korkusudur!

Bu Ortaçağ anlayışından kurtuluşun yolunu, Saraçhane ve Maltepe mitingleri bize nasıl bir yol yürüyeceğimizi göstermiş ve bu yoldaki umudumuzu büyütmüştür. Bizler bu dinci ve şeriat özlemcisi iktidarın potansiyelinden kat kat fazlayız, yeter ki hep beraber, yan yana ve hep birlikte olalım.