Yüzyıldır iyiliklerini bıkıp usanmadan anlattığımız, herhangi bir yere sığdıramadığımız cumhuriyetimizi, yüzyıl sonra daha iyi anlıyoruz ki arızalarla dolu bir cumhuriyette yaşamışız! Bu arızaları daha iyi anlayabilmemiz için yüzyıl geriye doğru giderek yaşadıklarımızı veya tarihe geçmiş olayları birlikte hatırlamaya ve okumaya çalışalım.

Cumhuriyetimizin kuruluşu 1923 olarak kabul gördüğü için, bu yıl 101. yılı kimi toplum kesimleri tarafından (milliyetçi/ulusalcı) görkemli törenlerle kutlanırken, kimi kesimlerce de (muhafazakâr/dinci) buruk bir halde istemeyerek kutlamalara dâhil oluyorlar. Toplumun bir diğer kesimi daha var ki (Alevileri-Kürtler, sosyalistler) bunlar hiçbir zaman bu kutlamalara dâhil olamadılar. Çünkü cumhuriyet bu kesimleri hep ötekiler olarak gördü ve sürekli baskı altında tutmaya çalıştı.

Cumhuriyet 1923 yılında ilan edilmiş olsa da, 10-15 yıl öncesi gelişmeleri de okumak gerekiyor. Çünkü bu cumhuriyet 15 yıl öncesi gelişmelerden beslenerek kuruluşunu ilan etmişti. Osmanlı’nın 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarındaki çöküşünü fırsata çeviren Jön Türk Hareketi ve hareketin içinde hâkimiyeti ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti ( Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa) 2. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte üstünlüğü ele geçirmişti. İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) 1913 yılında bir askeri darbeyle iktidarı kesin olarak ele geçirdikten sonra, 1915’de Ermeni katliamıyla birlikte tüm muhalif unsurları susturarak diktatörlüğünü kurmuş oluyordu. Bu arada Mustafa Kemal ise genç bir subay olarak İTC içinde (üyesi) yer almakla birlikte, Enver Paşa ekibi tarafından hep geri hizmetlerde tutulmaktaydı.

Enver Paşa iktidarı, ilhakçı ve hegemonyacı bir anlayışla bir Türk dünyasının kurulması hayaliyle, Osmanlıyı I. Paylaşım savaşına sokarak büyük bir yenilginin sonucunda çareyi yurt dışına kaçarak siyasi faaliyetlerini sonlandırmış oldu. I. Paylaşım savaşının galip devletleri (İngiltere, Rusya, Fransa, ABD) bu durumu fırsata çevirerek, zaten Osmanlının sıkışıp kaldığı Anadolu topraklarını işgale giriştiler. Anadolu’nun değişik etnik-kültürel kimlikte ve inançlarda olan halkları, zaten işgal güçlerine karşı yerellerde kurdukları cemiyet ve karşı örgütlerle amansız bir karşı koyuş içindeydiler.

Mustafa Kemal’in rolü burada öne çıkmıştı. Anadolu’yu gezerek yaptığı toplantı ve kongrelerde, dağınık olan yerel halk güçlerini bir araya getirerek işgal güçlerine karşı Sovyetlerin desteğini de sağlayarak, Anadolu topraklarını işgalci güçlerin elinden hep birlikte kurtarmış oluyorlardı. Kurtuluşla birlikte Anadolu’nun dört bir yanından gelen halk temsilcileri 23 Nisan 1920 yılında Ankara’da bir arya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) kurdular. Bu halk meclisinde, her bölgenin ve ilin temsilcileri (milletvekili) kendi yöresinin kıyafetleriyle temsil edilmişlerdi. Bu meclis, aynı zamanda Mustafa Kemal’e hem meclis başkanı ve hem de başbakan olma görevlerini vermişti. Yine bu meclis 1923 yılına kadar Âdemi Merkeziyetçilik (devletin merkez gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması (özerklik) yönetimini esas alan 1921 Anayasası’nı yürürlüğe koyarak, Türk devletinin adını da Türkiye Devleti olarak kabul etmişti.

1919-1923 yılları arası kısa dönemden sonra 29 Ekim 1923 yılında cumhuriyetin ilanıyla birlikte, yeniden hazırlanıp yürürlüğe konulan 1924 Anayasası’nın temel niteliği olan, tek millet, tek bayrak, tek vatan esası üzerinden, Türk ve Sünni İslam sentezli bir ulus devlet yaratmaktı. Bu ulus devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür, Türk kalacaktır benzeri sözler anayasanın belirleyici doktrini (ilke ve kural) oluyordu.

Cumhuriyetin ilk arızası buradan itibaren başlamış oluyordu. İkinci en önemli arıza ise, devlet ve hükümet yönetiminde toprak ağaları, aşiret beyleri, dinci tarikat ve cemaatlerin temsilcileri ile yüksek askeri ve sivil bürokrasinin etkin olmalarıdır. Bu yönetimsel mekanizma içerisinde bölgesel, etnik ve kültürel, inançsal değerlerin ve de amele-rençber (emekçi), eşraf kesimlerinin temsilcilerinin olmadığını veya yasayla statüleri belirlenmiş veya koruma altına alınmış bir düzenlemenin 1924 Anayasası’nda yer almadığını biliyoruz. Bu alt grup toplum kesimlerin hepsinin zapturapt (sıkıdüzen) altına alındığı bir düzenin kurulduğunu görüyoruz.

Bunun içindir ki, daha cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun bazı kesimlerinde, (etnik, inançsal, kültürel) bu cumhuriyete karşı bazı rahatsızlıklar ve yer yer isyanlar baş gösteriyordu. Bunların bazıları: Koçgiri İsyanı/1921, Şeyh Said İsyanı/1925, Ağrı İsyanı/1926-1930, Sason İsyanı/1935, Dersim Katliamı/1937-1938 gibi. Bu isyanların hepsi cumhuriyet idaresi tarafından acımasız bir şekilde bastırılmış, 10 binlerce insan katledilmiş ve 100 binlerce insan ise yerlerinden yurtlarından edilerek başka illere sürgüne gönderilmişlerdi.

Üçüncü önemli arızanın ise düşünsel ve örgütlenme alanında olduğunu görüyoruz. Sol ve sosyalist fikirler ve parti kurmalar yasaklanıyor. Buna teşebbüs edenler, ya cezaevleri-sürgünler, ya da suikastlar veya idamlarla karşılaşıyorlar. (Mustafa Suphi ve arkadaşları, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi)

Cumhuriyetin 1950’ye kadar olan tek parti (CHP) yönetiminde, bu arızalar toplumun her kesimine acımasızca yaşatılmıştır. 1923-1950 arası 27 yıl boyunca toplumu yönetme biçimi cumhuriyet olsa da, özünde milliyetçi ve ırkçı, demokrasi ve demokratikleşmeden uzak, baskıcı ve otoriter (faşizm) bir anlayış içinde yönetildi ülke.

1950’de, CHP içerisinde yer almış olan bir kısım toprak ağaları ile aşiret beyleri ve dinci tarikat ve cemaat temsilcileri bir araya gelerek, kurdukları parti ile (Demokrat Parti) seçimlere girerek yönetimi CHP’den almış oldular. Bu durum Türkiye’de çok partili sisteme geçiş oluyordu.

Bu gelişme, acaba cumhuriyetin arızalarından birinden kurtulmuş mu olacaktık diye düşünürken! Maalesef cumhuriyetin son 70 yılı askeri darbeler, idamlar, köy yakma ve boşaltmalar ve sonuçta kendi halkının bir kesimiyle 40 yıldır süren bir iç çatışmayla, bu süreci daha da derinleştirerek büyük ekonomik ve siyasi krizleri ile kaotik bir süreci kalıcı hale getirmiş oluyordu.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidar grupları içinde yer almış olan dinci tarikat ve cemaat temsilcileri; cumhuriyetin olanaklarından yararlanarak (12 Eylül Askeri Darbesi bu imkanı daha fazlasıyla sunmuş) gelişmiş, büyümüş ve 21. Yüzyılın başında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) altında örgütlenerek, 2002 yılında hükümet olmuş ve zaman içerisinde devletin bütün kurumlarını ele geçirerek iktidar olma gücüne kavuşmuştur.

AKP İktidarı, 22 yıldır tek başına yönettiği bu ülkeyi, cumhuriyetin var olan kısmi kazanımlarını da yok ederek, cumhuriyeti teokratik (dinci/İslamcı) bir düzene dönüştürme gayreti ve çabası içinde olmuştur hep.

101 yıllık cumhuriyetin ülkeyi maalesef getirdiği bugünkü durum; teokratik bir düzen, ekonomik, siyasi ve sosyal bir kriz, iç çatışma ve komşu ülkelerle çatışma ve işgal girişimleri.

Sonuç olarak, bu kaotik ortamdan ve çürümüşlükten çıkış yolu bugün hala mümkün. Yeter ki ülkenin bütün ilerici güçleri ve demokrasiden yana olan bütün toplum kesimleri, demokratik bir anayasa ve demokratik bir cumhuriyet etrafında bir araya gelebilsinler. Burada en büyük sorumluluğun CHP’ye düştüğünü belirtmek istiyorum. CHP, ayrım yapmadan bütün muhalefet güçleriyle bir araya gelerek, yeniden demokratik bir Türkiye’yi inşa etmeyi benimserlerse; tek adam rejimini demokratik yollardan önünü kesebilir veya yönetimini sonlandırmak mümkün hale gelebilir.

Cumhuriyetin II. Yüzyılını dinci/İslamcı, ırkçı güçlerin rejimi değil, toplumun her kesimini kendi özgün kimlikleriyle özgür, eşit ve barış içinde yaşayabileceği Çağdaş Demokratik ve gerçekten laik bir Türkiye bu ülkeye ve bu topluma gereklidir.