Dersim Son Dakika Haber - Dersim Ekspres Gazetesi
HV
29 NİSAN Pazartesi 16:48

ÇİNGENE YÜZÜKLERİ...

YILMAZCAN ŞARE
YILMAZCAN ŞARE
Giriş Tarihi : 10-01-2024 13:03

Mikail Aslan'ın bir şarkısının sözleri şöyle başlar " Payize zerya mı. Sakilê dar u berri. " Türkçesi ise şöyle: " Kalbimin sonbaharı bu. Ağaçların dökülen kuru yaprakları." Eli boşlukta sallandı bir süre. Sarsıntı sonrası dinginliğe akar gibi. Huysuzlaşan cılız parmakları ve morarıp belirginleşmiş damarları sakinleşti. "Mı berrê çe, cıla xo de bımıri” dedi. Türkçesi “Beni evime götürün. Yatağımda öleyim.” Ama serum takılıydı. Ve bütün değerleri düşüktü. Eğildim kulağına ve sordum. Dekkê şer kalıke xo biyari? (Gidip dedemi getireyim mi? ) Kafası ile onayladı.

Dedem de tıpkı nenem gibi yüz yaşına yakındı. İki büklüm olmuş beline rağmen yerinde durmuyor, oradan oraya koşturuyordu. Nenem için beklenen herhangi bir olumsuzluktan önce dedemi yanına getirmek gerekiyordu. Ölecek ise şayet burada dedemin yanında vermeliydi son nefesini.

Nenemden onay aldıktan sonra dedemi getirebilmek için yola koyuldum. Dersim Alibaba Mahallesi’ndeki evine vardığımda harmanda bir şeyler ile uğraşırken buldum. “Hadi dede, nenem hastanede seni bekliyor” dedim. Normalde huysuz olan dedem buna hiç itiraz etmeden arabaya bindi. “Durumu iyi mi?” diye sordu. “Evet, merak etme iyi” dedim. Sonra sustu.

Yüzünden, yüreğinden akıp giden o derin hüznü hissettim. Konuşmadı yol boyu. Ellerini bağlayıp önünde oturup durdu öyle. Hastaneye vardık. Kapısını açmaya çalışırken itiraz edip kendisi indi. Elindeki bastonu ile yalpalaya, yalpalaya girdi hastanenin kapısından içeri. Koyu bir gölgenin altında milyon ton yalnızlık ve endişe ile yürüdü koridor boyu. Dahiliye servisine yaklaşınca dönüp sordu bana hem Zazaca/ Kırmançki hem de Türkçe: “Merda? ( Ölmüş mü? )” sesindeki acı titreyen dudaklarında intihara dönüşür gibiydi. “Yok dede, ne ölmesi Allah korusun. iyi iyi” dedim.

Hiç dinlenmeden kalabalığı yararak içeri nenemin odasına girdi. Girer girmez de ölüye ağıt yakar gibi bağıra bağıra ağlamaya başladı. Ben dedemi ilk kez böylesine ağlarken görüyordum. Hem konuşuyor hem ağlıyordu. “Uyyy ve Muro vo. Uuyy ve mıro vo. ( Oyyyy benim başıma, oyyy benim başıma... )” Nenemin ayaklarının ucuna ilişerek elini sımsıkı kavradı. Nenem yorgun gözlerini ağır ağır açtı. Ve dedemi teselli ederek “Meterse meterse ez rındo. ( Korkma korkma ben iyiyim” dedi. Aralarındaki bir asırlık tutku ve aşka şahitlik eden gözlerimin içi sıcak sular ile yıkandı; durdu.

Nenem, dedemin elini tutup kendine çekerek takatsiz hali ile öptü. Sonra birleşmiş ellerin parmakları birbirini okşayıp durdu. Aşk buydu sanırım. En son demde bile birleşen yorgun parmakların söylediği o asırlık şarkıydı. Yaşlı bir adamın yıkıla yıkıla ağlamasıydı. Sonra sordu dedem hıçkırarak. “Mı caverdana kata sona?” (Beni bırakıp nereye gidiyorsun?)

Kısa bir sessizlikten sonra nenemin yorgun sesi duyuldu. “Meterse ez to ki tey bon. (Korkma seni de beraber götürücem.)" Belki de buydu aşk gidenin sevdiğini de beraberinde götürme isteği...

Nenem, bir boşluğa bakıp bakıp tekrar etti şu sözleri: “Hermetê asıqi boyna mistane kene beçıkune mı. (Çingene kadınlar durmadan yüzük takıyorlar parmağıma.)" Çingene yüzükleri ve nenemin yorgun parmakları arasındaki bağ ne olabilirdi ki? Çingeneler ve yüzük... Kesilmiş bir köprüye ağıt yaktığı o gün başındaki yazmayı çıkarıp yere atmış ve artık bitirin bu acımızı diye devlet yetkililerine seslenmişti. İşte o günden sonra nenemin saçları daha da beyaza bürünmüş gibi. Nenemin saçları masmavi göğe serpiştirilmiş dalgalı bulutlar gibi örtüyor hastane yastığının beyazlığını. Dışarıda akıp giden bir dünya var ve hastane camına yansıyan irili ufaklı ışıklar Dersim'in uyku yatağına uzanmış yorgun halini anlatıyor gibi. Derdin siyah örtüye büründüğü saatler yani.

1938'e tanıklık etmiş, çocuk yaşta gelin gitmiş, dünyanın en ağır yüklerini çekmiş bu yaşlı kadın. Köyünden kovulmuş vasiyetsiz bırakılmış o beyaz saçlı mağdurdur nenem. Günler önce: “Mı berrê peê pırdê Markasori dür a düri qayte dewe vine. ( Beni köyüm Markasor Dokuzkaya köprüsüne götür son bir kez uzaktan köyüme bakayım” demişti. Ve bu isteğini yerine getirmiştim. O hasta yatağında bunu hatırlayıp defalarca dua etti bana. Dedim ki ya nenem 13 yaşında gelin edilmiş bir kadın. Oyunları yasaklanmış, çocukluğu çalınmış biri. Ne bir gelinliği olmuş ne de parmağına takılı bir alyansı. Üşümüş hep, üşüyüp durmuş o çocuk parmakları. Ömrünün son demlerinde alyanssız parmaklarının mor sızısını örtmeye çağrılmış gibi çingene yüzükleri. Yokluğun ve ezilmişliğin ötekileştirilmenin nişanesi gibi.

Çıkıp aramak istedim sokak sokak o yüzükleri. Hani olurda rastlarsam bir çingene kadına, tutup öperek ellerinden yalvara yakara bir yüzük istemek ondan. Sırf bir yüzük için diz çökerek karşısında... Bir yüzük işte nenemin çocuk parmaklarının acısını dindirecek bir tek yüzük. Durmadan yüzük takıyorlar nenemin parmaklarına. Çingene kadınlar omuzları çökmüş acıyı neşe de boğan o çingene kadınlar. Kim bilir belki bulurum o yüzüğü bulur takarım nenemin parmağına. Ölmeden parmağına takılmış çingene yüzüğü ile diner parmaklarındaki o ince sızı. Nenem yorgun ve yıkık dağ. Seni de beraber götürücem demişti dedeme ama onu kendinden önce yollayıp işi sağlama aldı. Şimdilerde uzandığı yatakta pepuk kuşu misali kaybettiği ömrünün sevdası Memed Ali için inleyip duruyor. Evde üç yatalak hasta vardı. Biri dedem Memed Ali, biri 55 yaşında doğuştan yatağa mahkum engelli halam Nimet ve üçüncüsü ise nenem Elif. Memed Ali yatağını toplayıp tahta bir ata binip gitti. Geride iki yatak kaldı. Ve iki mühürlü acı. Önümüzdeki günlerde hem dedem Memed Ali'yi hem de yatağa mahkum halam Nimet'i anlatacağım. Acı göllendikçe gölleniyor siyah gölgelerin vurduğu kalplerimizde.

YORUMLAR